Ne Gazetecilik “Uğraş”tır Ne de Gazeteci “Alkış Çavuşu”dur!
Ankara…
Doğduğum yer, büyüdüğüm ve varolma çabamın ilk göz ağrısı. Şüphesiz benim gönlümün başkenti Ankara. İlk ağlama, ilk agu, ilk cümle, ilk adımlar. Radyoya, televizyona, kaleme ilk merhaba.
Bugünlerde Ankara, ona aşık olduğum ilk günlere geri dönmeye niyet ediyor. Medyanın, basının hepimizin ustalarından oluştuğu naifliğe, bilgeliğe, tevazuya, vakurluğa, toplumun hakkını gözetmeye, güçlü için değil hak için konuşmaya, dilini, kalemini doğru için kullanmaya, elini korkak alıştırmamaya, objektif duruşa, güçlünün baskısıyla bırakmak zorunda kaldığı değerlerin elini yeniden bir can havliyle tutmaya belki… “Kamu vicdanı“ olma yükünü yeniden sırtlamaya, hatta dördüncü erk olduğunu diğer erklere hatırlatmaya kimbilir?
Beyaz Sayfa…
Duruşu ile hepimize örnek olan ustalarımızın eğitmeni, Türkiye’de iletişim biliminin kurucularından Prof Dr Korkmaz Alemdar ve arkadaşları tarafından açıldı. Eminim değerli üstada sorsanız “ Deneyimli Gazeteci Nursun Erel, gösterdi bu dik duruşu bize de arkasına düşmek kaldı” der. Oysa birçok neferi Nursun Hanım’a yönlendiren kendisidir. Yani sizi bilmem ama ben Korkmaz Hocam neredeyse oradayım.
Muğla’da Saburhane’de bir çınar altı sohbetimizde yaklaşık bir saat hiç kırmadan beni dinledi. “Gazetecilerin meslek örgütlerinin yönetiminde, yerel siyasetin elinde istediği gibi yönetebildiği ve bir mesafe mesleği mensubu olduğunu unutan kimselerin var olduğu” eleştirisini dile getirdim. Zira bu durum benim gazeteci örgütlenmelerine olan güvenimi Türkiye’de oldukça sarsmış haldeydi. Bu güvenin azalmasının bir diğer nedeni de cemiyetler, eğer bir meslek örgütü ise amaçları doğrultusundaki faaliyetleri oldukça yetersizdi.
Günümüzde her ilde birden fazla gazeteci cemiyeti mevcut olmasına rağmen, bu örgütlerin işsiz kalan gazeteciler için ne yaptıklarını doğrusu çok merak ediyorum. Bunu dert edinerek önlem alma peşine düşmeyi bırakın gazeteci işsiz, çatısız kaldıysa önce cemiyetlerden dışlanıyor.Bu dışlanmayı sakın yanlış anlamayın “faal üyeliğiniz devam ederken yalnız bırakılıyorsunuz.” Tuhaf bir yöntemleri var. Hep faydalanmak hiç faydalı olmamak üzerine kurulu.
Meslek örgütüyse mesela diyelim ki; bir gazeteci işi başında yaralansa, sakatlansa veyahut vefat etse cemiyet, üyelerinin ne kadar yanında ? Cevap yok. Vefat edenin ailesinin yanında mı? Engelli gazetecinin yanında mı? İtibar suikastine uğramış olsa, psikolojik baskı altında olsa ve hatta özgürlüğü elinden alınıp mesleği yüzünden hapse girmiş olsa gazeteci nasıl konum alır cemiyet? Beylik laflar eden metinleri yayınlama, belki gidip ziyaret etmenin dışında ne yapar cemiyet? Nasıl korur üyelerini hak gasplarından ve baskılardan? Gelinen hal koruduğunun göstergesi midir?
Bu memlekette en kolay işten atılan ve hakkını savunamayanların başında gelir muhabirler, gazeteciler. Oysa kamuda ,özelde çalışanların sendikal eylemlerini, hak savunmalarını da o buluşturur kamuyla. Onların sesidir. Kendine gelince dikemez ya söküğünü terzi. Gazeteciye sıra gelmemiş yıllarca. Bununla mücadele var mı ? Yok! “Sendikalaşmalarının önüne konan engelleri, neden kaldırmak yerine arkadan arkadan desteklediniz, buna neden sessiz kaldınız?” diyesi geliyor insanın, yutkunuyor boğazda kocaman bir yumrukla gazeteci. Tek örneği Anadolu Ajansı veriyor şimdi evet mümkün gazeteciler de sendikalı olabilir değil mi? İşte bakın, yine cevapsız bir soru. Çünkü meslek büyüklerimiz de takdir etti ki “ gazetecilik pahalı bir uğraştır.” Sadece cebinden harcamaz gazeteci, ömründen de harcar. Bedeli paha biçilmez, gerçek ve acıdır. İtibar suikastine uğrarsınız, hırsızı aklayan adalet, gazeteciye kesebilir faturayı ve cemiyetlerin sadece izliyor olması da ihtimaller arasındadır. Çok baskı gelirse toplumdan, bir metin yazarlar iş yine olacağına varır.
Gazeteci Cemiyetlerinin en prestijli faaliyetleri nedir ?
Ben cevap vereyim, haydi bu kadar yanıtsız kalmayın: İş insanlarından, belediyelerden, siyasilerden topladıkları paralarla yapılan, günün sonunda toplam tutarın ve gelir gider dağılımının ne olduğu ve onunla ne yaptıkları asla üyelerine açıklanmayan ödül dağıtma törenleri. Bir cemiyet başkanı kendinin mesleki başarıları ile üyelerini tatmin edemedikten sonra, ödül için jüri koltuğunda oturuyor diye ehil sayılır mı? Ve fakat gazetecilerden aldığı gücü zaman zaman unutarak “burada gazeteci mi var? Arkadaşlarımızın çapı bu kadar işte ne yapalım?” demesiyle bilinip, bir de gazeteciliğin meslek olarak kabul görmeyen halinin değişmesine katkı sunması beklenir mi? Protokolde onlar sayesinde oturmak, “kurum haberleri için firmalardan aldığı parayı cebe indirip “falanca iş adamının ricası” deyip haberin bütçesi yokmuş gibi üyelerine hatırla iş yaptırmak gibi defalarda tekrarlayan işleri var bu zatların. O koltuk nedir ki kazancı, vazgeçilmezliğinin sebebi nedir, sahi o koltukta yapışılıp kalınması neden modadır? Bilen bilmeyene bir ara anlatsın.
Cemiyet başkanlığı da bir meslekse, onun da bir kriteri vardır elbet. Bu ömür adanan mesleği seçersek evimize ne kadar para girecek onu da bilelim, belki gençler de seçecek bu kariyer hedefini? Önünü açmak gerekmez mi? Hangi eğitim, hangi deneyim, hangi uluslararası proje faaliyet girişimleri sonrası cemiyet başkanlığı düşünülmeli? Biliyor mu arkanızdan gelenler bu soruların yanıtını? Gazetecilik, yerinde saymayı bırakmış geri geri adım atmayı öğrenmişken, bu arada oturduğunuz koltuğun kerametini anlatabildiniz mi bari?
“Kaldır başını” kaldırır, “indir parmağını” indirir, “bunu yazma” yazmaz, “bunu böyle yaz” öyle yazar. Mesafeyi ortadan kaldırır. “Gazeteciye asgari ücretten fazlasını vermem” diyen patrona karşı çıkacağına üyesine döner “ama bizim sektör böyle,işine gelirse” diye muhabiri sindirir. Yetinmez, dişini geçiremediği, sözünü dinletemediği üyesine sansür uygular; toplantılardan dışlar. Basın listelerinden isminin çıkmasına vesile olur. Hatta utanmadan içki sofralarında seviyesiz şekilde dedikodusunu yapana bile denk gelebilirsin kimbilir o kadar düşüktür seviye!
Sosyal medyada ya da sahada lince uğrayan, tehdit edilen gazeteciler için “arkasındayız” mesajı , cemiyet başkanına yakınlığı ya da mesafesine göre belirlenir. Bazıları görmezden gelinebilir,susulur, hiç olmamış gibi davranılabilir.
Şimdi soruyorum: “Bugün bunca yapılan eleştiriler gazeteciler tarafından dile getiriliyorsa, ülkenin dört bir yanında bu olumsuz örnekler varsa ve yenisi ekleniyorsa, cemiyetlerin şehir kulüplerinden farkı nedir?” Şehir kulüplerinin hakkını yemeyelim tabi onlarda üyelerin güvenliği ve özel hayat sınırları koruma altındadır, her önüne geleni üyesine muhatap kabul etmez şehir kulüpleri. Ayrıca dedikodunun bir tabanı vardır.
Yahu kamu kurumlarında yapılan adam kayırmalara çanak tutacak kadar küçülene, bırak sıfat yüklemeyi “insan” demek için kırk kez düşünmek gerekmez mi? Değerli üstadlar, derslerde bize tembihlemediniz mi? “Gazeteci önce insan, sonra gazeteci olacak” diye nereye kapandı bir daha hiç üstü açılmadı ve hayata karışamadı bu cümle.
Şehirler bu halde.. Daha yapılan yolsuzluklar, yüzlerine gülselerde arkalarından konuşanların anlattığı hikayelere gelmedi sıra. Çünkü işim insanlarla olmadı hiç. Kavram tartışmasından yana oldum hep. Kavramları tartışmaya, sorular sormaya ve sorgulamaya devam edeceğim.
Hiç mi iyi örnekler yok? Onlar olmasa bugüne kadar gelmezdi “gazetecilik”. Mesela, bir iyi örnek vereyim. Aydın Gazeteciler Cemiyeti Genel Sekreteri Murat Tan. Aydın’da yürüttüğü başarılı çalışmalarla övgü alarak adı başkanlık için geçince , cemiyette bir kırgınlık, bölünme olmasın diye gün evvelinden başkan olmadığını açıkladı. “Ateşten gömlek” olan makamlar için belki de biraz daha palazlanmak gerekir diye düşündü.Sahiden de öyledir mesleğine aşık olanlar sahadan hemen kopmayı düşünmezler. Meslekte 15. yılda değil de belki 30.yılda düşünülmeyi anca hak eder başkanlık locası. Murat, daha 15.yılında ve sahada, işinin başında mesleğin daha içinde konumlanmak istemesi kadar doğal bir durum yok. Eğer istediği başkanlık olsaydı, alacağı desteğin yüksek olacağını da tahmin etmek zor değil.
Geçenlerde ulusal bir mecrada “obskürantizm” kavramından bahsettim. Kimse oralı olmadı. Neden tartışmıyoruz? Bu kavramı neden anlatmıyoruz genç gazetecilere? Sorusunun peşine düşerken neler düştü önümüze neler?
Gayrimenkul alımında satışındayız, gazete kuruyor yönetemiyor ama bir şekilde gelirlerine satılsa bile ortak kalmak çabasındayız. Bu nasıl iş? Bak bunu da almadı aklımız?
Tüm bunların ışığında, bugün farkına vardık ki, Ankara Gazeteciler Cemiyetinde maalesef koltukta unutmuşuz yönetimi. Kaş’taki arazi ile ilgili sorulara sessiz kalış mı? Kendi gazetesini yönetemeyen hali mi? Siyasete sözü bile yazılıp dağıtılan metinler dışına taşmayan varlığı mıdır bu unutuşun sebebi gerçekten bilmiyorum. 32 yıllık başkanlık, 13 yıllık başkan yardımcılığı ile biz cemiyet üyeleri, bize kıyasla daha çiçeği burnunda 23 yıllık iktidara ne diyebiliriz ki? “Biz de sizin gibi istikrardan yanayız” dışında cümle mi kalmış bize?
“Yeni dönemde de adayız karşımıza aday çıkabilir” deyip üye listesini diğer adaydan sakınmak halini hangi kalıba sığdıralım? Hukuka sığdı mı mesela? Usta, çırağını göstermeden, bayrak teslimini yapmadan ustalığını ispat eder mi?
Bir de ne hikmetse mevcut yönetimin kendi muhatap olmayıp sürekli birilerini karşı cephenin önüne atmasını nasıl karşılayalım? Soruyla tabiki, “devrim, kötü giden düzeni sorgulama ve gerekirse değiştirme halidir. Bize atamızdan yadigardır. Biz de aldık kabul ettik. Peki siz, “sadece ben ve benden taraftakiler” diyen aklı kimden devraldınız? Devrim yıkıcı değildir, onarıcıdır, yapılandırıcıdır. Devrimden korkmamak lazım. Gazeteciye de devrimi ve mevcut düzene soru sorarak, halkın sorgu yönünü beslemeyi aktarmak gerek.
Gazeteciler Cemiyeti bile yazamıyorum son öğrendiklerimden sonra düzelteyim “pahalı uğraş cemiyeti” dahil ülkedeki tüm başkanlıkların iki dönemle sınırlandırılmasını, doğrusu üyelerden çok başkanlar için diliyorum. Zira; nefsin yönetimi devreye girince akıl gözden de gönülden de düşüyor. Vebal üstüne vebal yükleniyor sırta, en çok yönetici ve yakınlarına oluyor olan. Dünyaları heba oluyor, abad olayım derken.
Faniyiz en büyük gerçek bu. Derdimiz de kaçınılmaz son geldiğinde Gök Kubbe’de bırakacağımız hoş sedanın içinde basına hak ettiği özgürlüğün yeniden kazandırılması, kutsiyeti olan bir meslek olduğunun kabul görmesi, bu mesleğin emekçilerinin hak ettiği refaha kavuşması.
Gazeteciler Cemiyetinde çok sayıda “gazetecilik uğraşı ile hemhal olmayanlar var” deniyor. Bu iddia doğruysa diğer meslek erbaplarından yıllarca bu sıfatın faydalarından yararlanmış üyelerden, “gazeteciliğin bir uğraş değil bir meslek” olduğunu ispat için yenilikten yana olarak bu borcu gazetecilik uğraşında ömrünü ve emeğini geçirenlere ödemelerini tavsiye ediyorum. Basın, özgür olmadıkça, hak ettiği güce kavuşmadıkça, ülkenin geleceği karanlıktan kurtulamaz. Adalet, sadece kendisi ve kendinden taraftakiler için istenirse adaletsizlik hüküm sürer. Objektiflikten uzaklaştığımız her adımda tarafız. İşte asıl subjektif olduğumuzda gazetecilikten bahsedemeyiz ve farkındaysanız iktidar gazetecileri, muhalif gazeteciler diye bölünürken sadece birliğimizi değil mesleki saygınlığımızı da yitirdik elden. Halkın ağzında şu cümleyi sıklıkla duyuyorum ve yüzüm kızarıyor “ haklıyız ama haksız olan güçlü olunca yazmaz bizi gazeteler” Bu cümleyi söyletenlerin Ahmet Taner Kışlalı’yı, Uğur Mumcu’yu hatta Mustafa Kemal Atatürk’ü anmasına hiç gerek yok. Bıraksınlar da yerlerinde rahat uyusunlar.
Bu eleştirilen konuların gün yüzüne çıkmasının vesilesiyle gelme olasılığı doğan yeni yönetimin işi oldukça zor. Sayelerinde üyeler daha çok sorgulayacak, daha fazla işin içinde yer almak isteyecek.
Tüm bu yaşananları, sessizliği, cevapsız kalan soruları ve gelinen durumu iyi analiz etmek şart. Özgürlük için kanat çırpanların yolu açık olsun.
Haydi selametle…