Yine bir temmuz sabahı… Güneş yakıcı, tıpkı yıllar önceki gibi. Takvim yaprakları döndükçe, bazı yaralar kabuk bağlasa da içten içe kanamaya devam eder.
Tıpkı Madımak ve Başbağlar gibi.
İki ayrı acı, iki ayrı yangın…
Ama aynı insanlık dramının, aynı derin vicdan sızısının, aynı gözyaşının damladığı topraklar.
Madımak’ın dumanı hala tütüyor sanki gözümde. Bir sanat ve düşünce şöleni olması beklenen bir buluşma, nasıl oldu da kara bir dumana, vicdanları dağlayan bir ateşe dönüştü?
O gün, farklı seslerin bir araya geldiği, hoşgörünün ve bilimin yükseldiği bir ortam hayal ederken, maalesef nefretin ve cehaletin en karanlık yüzüyle karşılaştık. Orada yitip giden canlar sadece bedenlerini değil, aynı zamanda umutlarımızı, kardeşlik bağlarımızı ve insanlığımızın bir parçasını da toprağa gömdü. Her birinin hikayesi, bir şiir, bir ezgi, bir roman olabilecekken, maalesef birer ağıta dönüştü.
Ve Başbağlar…
Gözyaşlarımız daha Madımak’ın acısıyla ıslakken, bir başka feryat yükseldi Anadolu’dan. Dışarıdan bakıldığında sessiz, sakin bir köy…
Ancak o gün, sessizliğini kana bulayan hain bir pusuyla sarsıldı. İftar sofralarının kurulduğu, oruçların açıldığı mübarek bir günde, masum insanların canına kastedildi. Kurşun sesleri, dualara karıştı. Sevdiklerine sarılmaya hazırlanan eller, bir daha hiç kavuşamayacak kadar uzakta kaldı. Başbağlar, bir coğrafyanın değil, tüm insanlığın yüreğine saplanan bir hançerdi.
Bu iki trajik olay, birbirinden farklı gibi görünse de aslında aynı zehirli tohumun, yani nefretin ve ötekileştirmenin ürünleriydi. İnsan olmanın en temel erdemi olan sevgi, hoşgörü ve empati o günlerde yerini kör bir öfkeye ve yıkıma bıraktı. Kimi zaman önyargılarla beslenen, kimi zaman provokasyonlarla körüklenen bu ateş, bizlere pahalıya mal oldu.
Bugün, bu acıları anarken, sadece geçmişe dönük bir ağıt yakmak yetmez.
Önemli olan, bu acılardan ders çıkarabilmektir. Madımak’ta da, Başbağlar’da da kaybedilen sadece canlar değildi; aynı zamanda insanlık onurumuz, vicdanımız ve birlikte yaşama arayışımızdı.
Yüzyıllardır bu topraklarda farklı inançlar, farklı kültürler bir arada yaşadı.
Yunus Emre’nin hoşgörüsü,
Mevlana’nın sevgi felsefesi bu toprakların mayasıdır.
Ne yazık ki, zaman zaman bu mayayı bozan, bir arada yaşama arzumuzu dinamitleyenler de oldu. Ancak umutsuzluğa kapılmak yerine, bu acı tecrübelerden aldığımız derslerle geleceğe daha sağlam adımlarla yürümeliyiz.
Unutmayalım ki,
Bu acıların tekrarlanmaması için üzerimize düşen en büyük görev, empatiyi kuşanmak, farklılıklarımızı zenginlik olarak görmek ve karşılıklı saygı temelinde bir köprü kurmaktır. Yaralarımızı ancak böyle sarabilir, geleceğe daha aydınlık bir yol çizebiliriz.
Madımak’ta ve Başbağlar’da yitirdiğimiz tüm canların anısı önünde saygıyla eğiliyor, bir daha böyle acıların yaşanmaması temennisiyle…
Eyvallah Canlar Eyvallah